Türkçe   English   France   Germany   Italy   Spain   Suudi Arabi   China   Rusia   Japan   Greek   Portugal   Bulgaria   Romaina
iSLam-i Sevda

iSLam-i Sevda

Ustad Bedizuzzaman Hazretleri

Bedizüzzaman Hazretleri 23 Mart 1960 yılında Hakk`a yürüdü. Onu rahmet ve minnetle anıyoruz. Hazret-i Üstadı ve mücahedesini bir yazıya sığdırmak mümkün görünmüyor.

Üstad Bedizüzzaman Hazretleri


Ferzan Muhammed - Doğruhaber

Üstad Bediüzzaman Said Nursî adlı, bu zatın kıymetini anlamak ve Cenab-ı Hakk’ın onun vasıtasıyla bizlere ikram ettiği Kur’an’ın hakikatler sofrası mahiyetindeki Risale-i Nur tefsirinden istifade etmemiz gerekir


Bir insan düşünün… Mevlana Şeyh Halid’lerin 1826’lı yıllarda âlem-i ebediyete irtihalinin ardından, İslam ümmetinin adeta çobansız kaldığı, Müslümanların ihya merkezleri mahiyetindeki tekke ve medreselerin yavaş yavaş zayıfladığı bir dönemde, “âlem-i İslam’ın merkezi hükmünde” bulunan coğrafyasının Bedlis ilinin Hizan ilçesinin Nurs Köyünde 1878 yılında dünyaya gözlerini açmış olsun…

Bir insan düşünün… Henüz anne karnında iken ilahi bir iklimi tatmış, annesi yere abdestsiz basmamış, doğumundan sonra abdestsiz emzirmemiş, babası helalinden beslensin diye hayvanlarının sütüne haram karışmaması için ağızlarını bağlamış, aile fertleri ilim ve irfan talebeleri olmuş olsun…

Bir insan düşünün… Tabiatın ve kâinatın en yalın haliyle teneffüs edildiği, siyasi güç odaklarınca iğfal edilmemiş, her yanına ilim-irfan yuvaları olan medrese ve tekkelerin yayıldığı bir coğrafyada, 9-10 yaşlarında İslamî ilimlerin tahsiline başlamış olsun.

Bir insan düşünün… Kürdistan medreselerinde yaklaşık 15 yılda tamamlanan ilimleri üç ay gibi kısa bir sürede tamamlayarak, henüz 14 yaşında icazet alacak seviyeye gelmiş ve 16 yaşında “Bediüzzaman” ünvanını almış olsun…

Bir insan düşünün… Günümüzde neticeleri noktasında güncelliğini koruyan Mekteb-Medrese ikilemini henüz çocuk yaşlarda yaşamış, buna dair analizlerde bulunmuş, aşiretleri, Şark coğrafyasında yerleşik Ermeni topluluklarını, Osmanlı’nın Kürtleri kontrol altında tutma projelerinden olan Hamidiye Alaylarını ve yaşadığı dönemde genelde İslam dünyasının özelde ise kendi coğrafyasının en dinamik gücü mahiyetindeki tarikatlarla iç içe yaşamış, tüm bunları  tanımış olsun.

Bir insan düşünün… 1895 yılında henüz 17 yaşlarında iken geldiği Mardin’de kendisini İslam âleminin siyasi mülahazalarının merkezinde bulmuş olsun. Burada o dönemin mühim simalarından biri olan Cemaleddin-i Afganî’nin bir talebesiyle ve Sünusî tarikatının müntesiplerinden biriyle “İttihad-ı İslam” (İslam Birliği) fikriyatına dair fikri müzakerelerde bulunmuş ve ta o zamanlar İslam âleminin sair coğrafyalarında yaşayan İslamî hizmet erbabıyla hemhal olmuş olsun.

Bir insan düşünün… Mardin yıllarında Osmanlı devletini ve yerel yöneticilerini tanıyacak, siyaset hayatına atılacak, silahlı dolaşacak ve devriyelerle gece vakti çatışmaya girecek, ta o yıllarda devlet zihniyetinin gadrine uğrayarak Bedlis’e sürgün edilecektir.

Bir insan düşünün… Gençliğinin baharında münkerata tavizsiz olsun ve Bedlis’te Osmanlı Vali konağında içki içildiğini duyunca tabanca ve hançerle günah meclisini basmış ve “Bir münkeri kaldırmak yolunda, ölsem de mühim değildir” cümlesini sarf etmiş, iman ve takva ile yoğrulmuş olsun.

Bir insan düşünün… 1897 yılında 20 yaşında iken geldiği Van’da Osmanlı valisinin konağında ağırlanmış ve çeşit çeşit fenlerden müteşekkil zengin bir kütüphane istifadesine açılmış ve her akşam tertiplenen alimler ve muhtelif mesleklerden öğretmenlik yapan zatların toplantılarına katılarak rüşdünü ispat etmiş, modern fen ilimlerinde de uzman olduğunu ortaya koymuş olsun. (Evet o zat, o yaşlarda coğrafya ve kimya gibi dallarda öğretmenlerle yaptığı münazaralarda onları ilzam etmiş ve tarihler bunu hayranlıkla kaydetmiştir.)

Yine bir insan düşünün… Kur’an-ı Kerim’i 15 gün içerisinde hıfzetmiş, Kamus-ul Muhitten altmış satırlık bir sahifeyi bir defa okumakla ezberine almış olsun. Yine 20’li yaşlarda doksan kadar kitabı hıfzetmiş ve yaklaşık üç saat hıfzettiği kitapların tekrarıyla meşgul olmuş olsun. Yine işte bu doksan temel İslamî eserin her gece üç saat tekrarı neticesinde kendi tabiriyle “Allah’a şükür kardeşlerim, bütün o mahfuzatım, Kur’an’ın hakaikıne çıkmak için basamak oldular. Sonra Kur’an’ın hakaikıne ulaştım, çıktım, baktım ki; her bir ayet-i Kur’aniye kainatı ihata ediyor gördüm. Artık ondan sonra başka bir kitaba ihtiyacım kalmadı. Kur’an bana kafi, vafi geldi” diyerek Kur’an’a hakiki bir muhatab olabilme bahtiyarlığına yirmili yaşlarda ulaşmış olsun.

Bir insan düşünün… 20 yaşlarında Van kalesinden düşerken hayatını umursamadım “Ah davam” diyerek derdini, düşüncesini ortaya koymuş, aziz İslam davasında gencecik yaşında fena bulmuş olsun.

Bir insan düşünün… 22 yaşındadır ve İngiliz sömürgeler bakanının “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hakim olamayız…” sözünü duyunca gayrete gelmiş ve “Ben de dünyaya Kur’an’ın sönmez, söndürülmez ebedi bir mucize olduğunu i’lan edeceğim” diyerek haykırmış olsun.

Bir insan düşünün… Tarihler 1907’yi gösterince Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’a ilk kez ayak basmış ve: “…Kürdistân’ın yalçın, sarp, âhenîn mâverâ-yi şevâhik-ı cibâlinde tulû’ etmiş “Saîd-i Kürdî” isminde nevâdir-i hilkatten ma’dûd bir ateşpâre-i zekânın İstanbul âfâkında rü’yet eylediği haberi etrâfa aksetmiş...” olsun.

Bir insan düşünün… Tarihler 1909 yılını gösterdiğinde İttihad-ı Muhammedi adlı İslam cemaatinin kuruluşunda kurucu üye olarak yer alır. Aynı yıl, 31 Mart Olayı sebebiyle Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılanır. 1911 yılında 33 yaşlarında iken Şam Emeviye Camiinde aralarında yüze yakın ulemanın yer aldığı on bin kişilik cemaate hitab ederek İslam dünyasının problemlerini ve çözüm yollarını ortaya koyar.

1915 yılında Birinci Dünya Savaşı’na katılır. 1916 yılında Bitlis savunması esnasında yaralanarak Ruslara esir düşer. 1918 yılına kadar iki buçuk yıl Komünizm fikrinin doğuşuna bu fikrin anavatanı olan Rusya’da şahitlik eder ve ardından firar eder, İstanbul’a gelir. Devrin tek İslâm Akademisi olan “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye”ye üye olur. 19 Ocak 1919 tarihinde Mustafa Sabri, İskilipli Mehmet Atıf Hoca, Ermenekli Saffet efendi gibi din ve eğitimcilerle birlikte Müderrisler Cemiyetinin kuruluşuna üye olarak katılır.

1920 yılında İstanbul’un İngilizler tarafından işgali üzerine Hutuvât-ı Sitte adlı bir eser yayınlar. Bu eser yüzünden işgal kuvvetleri tarafından gıyabında ölüm cezasına mahkûm edilir. 1922 yılında Kemal Atatürk tarafından Ankara’ya TBMM’ye davet edilir. Burada İslam dünyasının felaketine şahit olur ve yeni rejimin kara alnına süfyaniyet mührünü basarak “Hainin hükmünün merdut oluşunu” ilan eder.

1923 yılında Ankara’yı terkederek talebe yetiştirdiği münzevi bir yaşam sürmek üzere Van’a yerleşir. Erek Dağı’nda iki senesini geçirir. 1925 yılında Şeyh Said hadisesi sırasında Burdur’a sürülür ve Burada Nur’un İlk Kapısı isimli eserini yazar. 1926 yılında Barla’ya sürülür. Burada Risale-i Nur’u telife başlar. Sözler ve Mektubat’ın tamamı, Lemalar’ın da büyük bölümünü burada yazar. 1934 yılında Barla’dan Isparta’ya sürülür.

1935 yılında “Gizli cemiyet kurmak, rejimin temel düzenini yıkmak” iddiasıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde aleyhinde dâvâ açılır ve mahkeme neticesinde Tesettür Risalesi’nden dolayı 11 ay hapse mahkûm edilir. 120 talebesiyle birlikte Eskişehir Hapishanesinde tutuklu kalır ve orada tecrid altında tutulur. 1936 yılında hapis cezasının bitiminden sonra 7 yıllığına Kastamonu’ya sürülür. 1943 yılında 126 talebesiyle birlikte tekrar “rejimin temel düzenini yıkmak” suçundan tutuklanarak Denizli Hapishanesine sevk edilir. 9 ay tutuklu kalır. 1944 yılında 9 aydan sonra Emirdağ’a götürülür ve burada zorunlu ikâmete mahkûm edilir. 1948 yılında aynı suçlamalarla tekrar tutuklanarak 54 talebesiyle birlikte Afyon Emirdağ’a götürülür. Hapishaneye sevk edilir. Yaklaşık 20 ay hapiste kalır. 1952 yılında Gençlik Rehberi eseri hakkında açılan dava münasebetiyle İstanbul’a gelir ve bu davadan beraat eder… Evet, hayatı tam bir harikalar tablosu olan ve bu kadar farklı devre ve fikre şahit olup da eser telif etmiş bulunan bir insan düşünün.

Yine bir insan düşünün… “Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sari illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, batıl formülleri ile mi? Yoksa İslam cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Tarihçe-i hayat) diyen, kimin ve neyin ne olduğunu bilen ve iman hizmetine yoğunlaşan bir insan…  “Risale-i Nur, yalnız cüz’î bir tahribatı ve bir küçük hâneyi tamir etmiyor; belki külli bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm eden müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumiyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kısmen kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdân-ı umumiyeyi, Kur’anın i’cazıyla; ve geniş yaralarını, Kur’anın ve îmanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor…” (Ayet’ül Kübra Risalesi, Kastamonu Lahikası) diyerek eserini tanımlayan bir insan…

Bir insan düşünün… Dar düşünce ve görüşlerden azade bir gayret ve hizmetin sahibi… “Bana ‘Sen şunu buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..” (Tarihçe-i Hayat)

Bir insan düşünün… Davasına başını koysun ve “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsi hakikate, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan başlar zındıkaya teslim-i silah etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşallah!..” diyerek muazzam bir cihad ve cesaret timsali olsun…

Bir insan düşünün… Hayatı boyunca ittiba-ı Kur’an’ı ve ittiba-ı Resulullah’ı model olarak gerek kıtasına, gerek devletine, gerekse de milletine sunmuş ve bu uğurda son nefesine kadar mücadele etmiş olsun. “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi ittiba-ı Kur’an’dır”

Kaynak:DoğruHaber



      

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol